Peki ama ateş böceklerini bu kadar verimli bir üretim yapmaya yönelten güç nedir? Evrimcilere göre bu güç şuursuz atomlar, tesadüfler ya da hiçbir zorlayıcı gücü olmayan dış etkenlerdir. Ancak bu saydıklarımızın hiçbiri bu verimli çalışmayı başlatacak güce sahip değildir.
Biyoloji Eğitimi
8 Ağustos 2013 Perşembe
Ateş böceklerinin verim sırrı
Ateş böcekleri karın kısımlarında yeşil-sarı ışık üretir. Ateş böceklerinde ışık üreten hücreler, oksijen ve "lusiferaz" adlı bir kimyasalla reaksiyona giren "lusiferin" adlı bir kimyasal içerir. Böcek, hücrelerine nefes alma tüpleriyle sağladığı hava miktarını ayarlayarak ışığının yanıp sönmesini kontrol eder. Normal elektrik ampulleri %10 verimle çalışırlar, %90'ı ise ısı olarak açığa çıkar. Buna karşın ateş böcekleri %100'lük bir verimle ışık üretirler. Ateş böceklerinin bu başarılı elektrik üretimi bilim adamlarına örnek teşkil etmektedir.
Kuş tüylerindeki şaşırtan tasarım
Uçmak çok fazla enerji gerektiren bir işlemdir. Bu da kuşların metabolizmalarının diğer canlılara göre daha hızlı çalışmasını gerektirir. Canlıların vücut sıcaklıklarına bakarak metabolizma faaliyetlerinin genel durumu tahmin edilebilir. Mesela serçelerin vücut sıcaklıkları 42 derece gibi diğer pek çok canlı için ölümcül olabilecek bir yüksekliktedir. Başka canlılar için ölüme neden olacak sıcaklıklar kuşlar için oldukça normal ölçülerdir.
Ayrıca kuşların sindirim, dolaşım ve solunum sistemleri de uçmaları için gerekli olan yüksek enerji tüketimine uygun olacak şekilde ayarlanmıştır. Kuşların uçabilmeleri için mutlaka gerekli olan kanatlar da özel olarak tasarlanmıştır. Kanatlar, enerjiyi en verimli kullanacak şekilde dizayn edilmiş olan yüzlerce tüyden oluşur. Kuşlar bu tüyler sayesinde uçarlar. Bir tüyü elimize alıp incelediğimizde çok detaylı bir yapı görürüz.
Her kuşun kanadı, kuşun ağırlığına ve gövdesinin şekline göre onu havaya kaldırabilecek bir yapıya sahiptir. Ayrıca kanatlar kuşun havadaki ve yerdeki dengesini sağlayacak, manevra kabiliyetini engellemeyecek şekilde dizayn edilmişlerdir. Kuşların kanat ve kuyruk tüyleri de hafiftir, esnek ve birbirleriyle orantılı bir yapıdadır. Yani uçuş için gerekli olan aerodinamik yapı tam anlamıyla mükemmel bir şekilde sağlanmıştır.
Evrimcilerse, kuşların da bir şekilde evrimleşmiş olmaları gerektiğine inandıkları için, bu canlıların sürüngenlerden geldiklerini iddia ederler. Oysa, kara canlılarından tamamen farklı bir yapıya sahip olan kuşların hiçbir vücut mekanizması kademeli evrim modeli ile açıklanabilir durumda değildir. Herşeyden önce kuşu kuş yapan en önemli özellik, yani kanatlar, evrim için çok büyük bir çıkmazdır. Türk evrimcilerden Engin Korur, kanatların evrimleşmesinin imkansızlığını şöyle itiraf eder:
"Gözlerin ve kanatların ortak özelliği ancak bütünüyle gelişmiş bulundukları takdirde vazifelerini yerine getirebilmeleridir. Başka bir deyişle, eksik gözle görülmez, yarım kanatla uçulmaz. Bu organların nasıl oluştuğu doğanın henüz iyi aydınlanmamış sırlarından birisi olarak kalmıştır."1
Görüldüğü gibi, kanatların bu kusursuz yapısının nasıl olup da birbirini izleyen tesadüfi mutasyonlar sonucunda meydana geldiği sorusu tümüyle cevapsızdır. Bir sürüngenin ön ayaklarının, genlerinde meydana gelen bir bozulma (mutasyon) sonucunda nasıl kusursuz bir kanada dönüşeceği asla açıklanamamaktadır. Ayrıca, bir kara canlısının kuşlara dönüşebilmesi için sadece kanatlarının olması da yeterli değildir. Kara canlısı, kuşların uçmak için kullandıkları diğer birçok yapısal mekanizmadan yoksundur.
Öncelikle kuşların uçmalarının kolaylaşması için vücut ağırlıklarının minimum olması gereklidir. Bu yüzden, kemiklerinin içleri boştur ve vücutlarında ağırlığı azaltıcı hava kesecikleri vardır. Ayrıca kuşların büyük çoğunluğunda yumurtalıklardan biri daha küçüktür. Kuşlarda vücut ağırlığının azaltılabilmesi için gereken önlemler maksimum düzeyde alınmıştır. Sürüngenlerse enerjilerinin çoğunu karada vücutlarını taşıyabilmek için kullanırlar. Vücut ağırlığını azaltıcı hiçbir fonksiyona da sahip değildirler. Uçmak çok fazla enerji gerektirdiği için kuşlar daha fazla oksijene ihtiyaç duyarlar. Sürüngenler ise soğukkanlı canlılardır, oksijen ihtiyaçları normaldir. Bu nedenle kuşlarla sürüngenlerin solunum sistemleri birbirlerinden tamamen farklı yapıdadır. Bu iki solunum sisteminin birbirine evrimleşebilmesi gibi bir şey söz konusu bile değildir.
Uçuş sırasında vücutta bir dengenin de kurulması gerekir. Bu dengenin sağlanması için kuşların başı son derece hafiftir. Diş, çene kası, göz kası, kulak kepçesi gibi parçalar kafaya eklenmemiştir. Bu da kafanın ağırlığını oldukça azaltır. Eğer kuşun kafası ağır olsaydı uçuş sırasında öne doğru eğikleşecek ve bu da uçuşu zorlaştıracaktı. Bu sayılan özelliklerin hiçbirine sürüngenler; mesela yılanlar, kertenkeleler sahip değildirler. Bir sürüngenle bir kuşun kafası karşılaştırıldığında, aradaki keskin fark daha da netleşir.
Peki tüm bu açık gerçeklere rağmen evrimcilerin uçuş konusundaki iddiaları nedir? Ve konuya nasıl bir açıklama getirirler?
Evrimcilerin kuşların ortaya çıkışı, yani canlıların karadan havaya geçişi konusundaki ilk teorilerine göre; kuşların ataları yani sürüngenler, ağaçlar arasında daldan dala atlarken zaman içinde "kanatlanmış"lardır. Daldan dala atlarken pullar birdenbire tamamen farklı bir yapı olan tüylere dönüşmüştür. Daldan atlayan bir sürüngenin başına neler geleceğini herkes tahmin edebilir; ya düşüp bir yerini sakatlayacaktır ya da ölecektir. Ama evrimciler buna bilimsel bir isim takarak teori haline getirmişlerdir: Arboreal Teori.
Evrimcilerin, dinozorların kuşlara dönüştüğünü iddia ederken öne sürdükleri ikinci teorileri de Cursorial Teori'dir. Sinek avlamak için ön ayaklarını birbirine çırpan bazı dinozorların "kanatlanıp havalandıklarını" da öne sürerler. Hiçbir bilimsel dayanağı olmayan, sadece hayal gücünün bir ürünü olan bu teori, aynı zamanda çok basit bir mantık çelişkisi de içermektedir. Çünkü evrimcilerin burada uçuşun kökenini açıklamak için gösterdiği örnek, yani sinek, zaten mükemmel bir uçma yeteneğine sahiptir. İnsan saniyede 10 kere bile kolunu açıp kapayamazken, ortalama bir sinek, saniyede 500 kez kanat çırpma yeteneğine sahiptir. Üstelik her iki kanadını aynı anda ve eşzamanlı olarak çırpar. Eğer kanatların titreşimi arasında en ufak bir uyumsuzluk olsa sinek dengesini yitirecektir, ama hiçbir zaman böyle bir uyumsuzluk olmaz. Evrimciler ise sineğin bu mükemmel uçuş yeteneğinin nasıl ortaya çıktığını açıklamaları gerekirken, sineği çok daha hantal bir varlığın yani sürüngenin uçuşunun nedeni olarak gösteren hayali senaryolar üretmektedirler. Ama dikkat edilirse bir sineğin nasıl uçtuğuna dair detaylara kesinlikle girmek istemezler. Böyle bir konuyu açmazlar dahi. Çünkü konuyu hiçbir şekilde açıklayamayacaklarının onlar da farkındadırlar. Bu iki teorinin tamamen geçersiz ve mantıksız olduğuna dair evrimcilerin kendilerine ait sayısız ifadeleri de mevcuttur. Bunlardan biri Cursorial teoriyi ortaya atan Yale Üniversitesi Jeoloji Kürsüsü'nden evrimci Profesör John Ostrom'dur:
"Archaeopteryx ve modern kuşların anatomisi göz önüne alındığında, Archaeopteryx ile sonuçlanan benim "Cursorial predator" senaryom kesinlikle spekülatiftir. Fakat "Arboreal Teori" de aynı şekilde spekülatiftir."2
Görüldüğü gibi evrimciler bu konuda sadece spekülasyon yapabildiklerini kendi ifadeleriyle de kabul ederler. Evrimcilerin bilimsellikten uzak ve hayal ürünü izahları hiçbir şekilde kuşların ortaya çıkışını açıklayamamaktadır. Bu konuda hiçbir ciddi delilleri de yoktur. Evrimcilerin iddia ettikleri gibi, kuşlar zamanla sürüngenlere dönüşmüş olsalardı, bu durumda sayısız ara türün oluşması gerekirdi.
Örneğin sürüngen özelliklerini hala taşımasına rağmen, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkardı. İşte evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu hayali yaratıklara "ara geçiş formu" adını verirler. Bu noktada bir soru daha akla gelir: Bu akıl dışı hikayeyi doğrulaması gereken çok sayıda "tek kanatlı" veya "yarım kanatlı" kuş ya da sürüngen fosili neden hala bulunamamaktadır? Evet, evrimcilerin iddiasını kanıtlayacak tek bir fosil kaydına dahi rastlamak mümkün değildir. Evrimciler on yıllardır Archæopteryx'i kuşların evrimi senaryosunun en büyük delili olarak gösterirken, son dönemlerde bulunan bazı fosiller bu senaryonun geçersizliğini başka yönlerden ortaya koydular.1995 yılında Çin'de Omurgalılar Paleontolojisi Enstitüsü'nde araştırmalar yapan Lianhai Hou ve Zhonghe Zhou adlı iki paleontolog, Confuciusornis olarak isimlendirdikleri yeni bir fosil kuş keşfettiler. Archæopteryx ile aynı yaştaki (yaklaşık 140 milyon yıllık) bu kuşun dişleri yoktu, gagası ve tüyleri ise günümüz kuşlarıyla aynı özellikleri göstermekteydi. İskelet yapısı da modern kuşlarla aynı olan bu kuşun kanatlarında, Archæopteryx'te olduğu gibi pençeler vardı. Kuyruk tüylerine destek olan "pygostyle" isimli yapı bu kuşta da görülüyordu. Kısacası, evrimciler tarafından tüm kuşların en eski atası sayılan ve yarı-sürüngen kabul edilen Archæopteryx'le aynı yaşta olan bu canlı, günümüz kuşlarına çok benziyordu. Bu gerçek, Archæopteryx'in bütün kuşların ilkel atası olduğu yönündeki evrimci tezleri de çürütüyordu doğal olarak.3
Çin'de Kasım 1996'da bulunan bir başka fosil, ortalığı daha da karıştırdı. 130 milyon yıl yaşındaki Liaoningornis isimli bu kuşun varlığı Hou, Martin ve Alan Feduccia tarafından Science dergisinde yayınlanan bir makaleyle duyuruldu. Liaoningornis, günümüz kuşlarında bulunan uçuş kaslarının tutunduğu göğüs kemiğine sahipti. Diğer yönleriyle de bu canlı günümüz kuşlarından farksızdı. Tek farkı, ağzında dişlerinin olmasıydı. Bu durum, dişli kuşların, hiç de evrimcilerin iddia ettiği gibi ilkel bir yapıya sahip olmadıklarını gösteriyordu.4
Nitekim Alan Feduccia, Discover dergisinde yayınlanan yorumunda, Liaoningornis'in, kuşların kökeninin dinozorlar olduğu iddiasını geçersiz kıldığını belirtmişti.5
Archæopteryx'le ilgili evrimci iddiaları çürüten bir başka fosil ise Eoalulavis oldu. Archæopteryx'ten 30 milyon yıl daha genç yani 120 milyon yıl yaşında olduğu söylenen Eoalulavis'in kanat yapısının aynısı, günümüzde yavaş bir şekilde uçan kuşlarda görülüyordu. Bu da 120 milyon yıl önce, günümüzdeki kuşlardan birçok yönden farksız canlıların göklerde uçmakta olduklarını ispatlıyordu.6
Bu bilgilerin ışığında Archæopteryx veya ona benzeyen diğer kuşların birer ara geçiş formu olmadıkları kesin bir biçimde ispatlanmış oldu. Fosiller, farklı kuş türlerinin birbirlerinden evrimleştiklerini göstermiyorlardı. Aksine, günümüz kuşlarının ve Archæopteryx benzeri bazı özgün kuş türlerinin beraberce yaşadıklarını ispatlıyorlardı. Bir zamanlar birlikte yaşayan bu kuşların bazılarının, örneğin Confuciusornis veya Archæopteryx'in soyları tükenmiş, günümüze ancak az sayıdaki kuş gelebilmişti. Kısacası Archæopteryx'in birtakım özgün özellikleri, bu canlının bir "ara form" olduğunu göstermemektedir. Nitekim bugün evrim teorisinin dünyaca ünlü savunucularından Harvard paleontologları Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge de, Archæopteryx'in farklı özellikleri bünyesinde barındıran bir "mozayik" canlı olduğu, ama asla bir ara form sayılamayacağını kabul etmektedirler.7
Ayrıca evrimciler; mikroskop altında incelendiğinde tüyle pul arasında hiçbir fark olmadığını; sadece tüyün, pulun gelişmiş şekli olduğunun görüleceğini iddia ederler. Pul ve tüyün yapıları, evrimcilerin iddialarının aksine birbirlerinden tamamen farklıdır. Mesela, embriyo içerisindeki gelişmelerine bakıldığında, pul ve tüyün büyüme mekanizmalarının tamamen farklı olduğu görülür. Kimyasal yapıları karşılaştırıldığında ise, tüylerin "keratin" denen kimyasal bir maddeden oluştuğu görülür. Tüylerse asıl olarak "folikül" denilen yapılardan gelişirler. Deriden dışarıya uzayan saçlar gibi, tüyler de bulundukları deriden dışarıya doğru uzarlar. Bunlar sadece iki örnektir. Bunlarda ve burada değinmediğimiz tüm detaylarda tüylerin ve pulların birbirleriyle hiçbir benzerliği olmayan, farklı iki yapı olduğu çok net görülmektedir. Birbirlerinden evrimleşmelerinin kesinlikle mümkün olmadığı da açıktır. Peki evrimciler bu farklar konusunda ne düşünmektedirler? Tüylerdeki kusursuz tasarım, Charles Darwin'i de çok düşündürmüş, hatta tavus kuşu tüylerindeki kusursuz yapı ve estetik kendi ifadesiyle Darwin'i "hasta etmiş"tir. Darwin, arkadaşı Asa Gray'e yazdığı 3 Nisan 1860 tarihli bir mektupta "gözü düşünmek çoğu zaman beni teorimden soğuttu. Ama kendimi zamanla bu probleme alıştırdım" dedikten sonra şöyle devam ediyordu: "Şimdilerde ise doğadaki bazı belirgin yapılar beni çok fazla rahatsız ediyor. Örneğin bir tavus kuşunun tüylerini görmek, beni neredeyse hasta ediyor."8
Kuş tüylerinin yapılarıyla ilgili olarak baştan beri anlatılanlar dikkate alındığında, Darwin'in neden hasta olduğunu anlamak hiç de zor değildir.Mükemmel tasarımlarının yanı sıra yeryüzündeki birbirinden renkli ve farklı desenli kuş tüyleri, canlıların tesadüfen oluştuklarını iddia edenlerin teorilerine çok büyük bir darbe vurmaktadır.
DİPNOTLAR
1. Engin Korur, "Gözlerin ve Kanatların Sırrı", Bilim ve Teknik, Ekim 1984, sayı 203, s. 25
2. John Ostrom, "Bird Flight: How Did It Begin?", American Scientist, Ocak-Şubat 1979, sayı 67, s. 47
3. Pat Shipman, "Birds Do It... Did Dinosaurs?", New Scientist, 1 Şubat 1997, s. 31
4. "Old Bird", Discover, 21 Mart 1997
5. "Old Bird", Discover, 21 Mart 1997
6. Pat Shipman, "Birds Do It... Did Dinosaurs?", s. 28
7. S. J. Gould-N.Eldredge, Paleobiology, vol 3, 1977, s.147
8. Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Boston, Gambit, 1971, s.101
2. John Ostrom, "Bird Flight: How Did It Begin?", American Scientist, Ocak-Şubat 1979, sayı 67, s. 47
3. Pat Shipman, "Birds Do It... Did Dinosaurs?", New Scientist, 1 Şubat 1997, s. 31
4. "Old Bird", Discover, 21 Mart 1997
5. "Old Bird", Discover, 21 Mart 1997
6. Pat Shipman, "Birds Do It... Did Dinosaurs?", s. 28
7. S. J. Gould-N.Eldredge, Paleobiology, vol 3, 1977, s.147
8. Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Boston, Gambit, 1971, s.101
Kuşlardaki süzülme teknikleri
Uçmak çok fazla enerji gerektiren bir iştir. Bunun için kuşlar, gelişmiş göğüs kasları, büyük bir kalp ve hafif bir iskelete sahip bir bedenle yaratılmışlardır. Kuşlardaki üstün yaratılış örnekleri sadece bedenleri ile sınırlı değildir. Çoğu kuşa uçmak için gerekli olan enerjiyi azaltacak yöntemler ilham edilmiştir. Kerkenez, Avrupa, Asya ve Afrika'da çok bilinen yırtıcı bir kuştur. Avlanırken, kanatlarını hızla çırpmasıyla ve onları avının çevresinde dönüp durması ile tanınır. Ancak kerkenezin çok ilginç bir özelliği daha vardır: Rüzgârla karşılaştığı zaman kafası görünmeyen bir el ile tutuluyormuşçasına tamamen hareketsiz kalır. Gövdesi rüzgara göre yalpalanmasına rağmen, kafası sabittir. Bu sayede kuşun görüş yeteneği her türlü sarsıntıya rağmen hep mükemmeldir. Bu yöntem savaş gemilerinde kullanılan ve denizdeki çalkantılara rağmen silahları hedefe bağlı tutan jiroskoba benzemektedir. Bu neden kerkenezin kafası, bilim adamlarınca "jirostabilize kafa" olarak adlandırılır.
Zamanlama Tekniği
Kuşlar uçarak avlanma sürelerini azami verim alacak şekilde düzenlerler. Kerkenezlerin ana besin kaynağı tarla faresidir. Tarla faresi toprağın altındaki oyuklarda yaşar ve beslenmek için her iki saatte bir yeryüzüne çıkar. Kerkenezler de avlanmalarını tarla faresinin beslenme vaktine göre ayarlar. Gündüz avlanmalarına karşın, avlarını bekletir ve akşam karanlığında yerler. Bu sayede gün boyunca boş mide ile uçar ve dolayısıyla ağırlıklarını azaltmış olurlar. Bu yöntem uçuş için harcanan enerjiyi azaltır. Kerkenezin bu sayede %7'lik bir enerji tasarrufu yaptığı hesaplanmıştır.
Rüzgarda Süzülme
Kerkenezler avlanırken, harcadıkları enerjiyi rüzgârı kullanarak da azaltırlar. Kanatları üzerindeki hava akımını arttırmak için rüzgârda süzülür ve eğer yeterli rüzgâr varsa havada kanatları açık şekilde "asılı" kalabilirler. Hava akımının yerden yukarıya doğru olması da onlara ayrı bir avantaj sağlayacaktır. Hava akımlarından yararlanarak enerji sağlayıp, bunu uçarken kullanmaya süzülme denir. Kerkenez, bu yeteneğe sahip birçok kuştan sadece biridir. Süzülebilme özelliği bu türlerin havadaki üstünlüğünün bir işaretidir. Bunlar, çevrelerindeki hava akımını saptamak ve uçuş mekanizmalarını kontrol etmek için, kerkenezlerin jirostabilize kafaları gibi çok duyarlı yöntemlere sahiptir. Süzülerek uçuşun başlıca iki yararı vardır. Birincisi, yiyecek ararken ya da avlanma alanını diğer kuşlardan korurken, havada kalabilmek için gerekli enerjiyi azaltır. İkincisi, kuşa çok daha uzun uçuşlar yapabilme olanağı verir. Süzülerek uçan bir martı, kanat çırparken harcadığı enerjinin %70'ini tasarruf eder.
Hava Akımlarından Gelen Enerji
Bir kuş, hava akımlarından altı şekilde enerji elde edebilir: Bir yamaçtan süzülen kerkenezin ya da denize inen sarp kayalıklardan aşağıya süzülen bir martının yukarı çıkan hava akımını kullanarak yaptığı uçuşlar eğimli süzülme diye adlandırılır. Bir tepenin üzerinden kuvvetli bir rüzgar estiği zaman, hava akımı hareketsiz dalgalar şekline dönüşür. Kuşlar bu dalgaları kullanarak da dalga süzülmesi yapabilirler. Sümsük kuşu ve diğer deniz kuşları, adaların neden olduğu bu çeşit hareketsiz dalgaları kullanırlar.
Ender olarak kuşlar, gemilerin üzerinde süzülen martıların yaptığı gibi, daha küçük engellerin oluşturduğu havayı kullanarak da süzülürler. Hava içerisinde yukarı doğru akımlar hava cephelerinde de görülür. Hava cepheleri; hava kütleleri arasındaki sınırlardır. Kuşların bu cepheleri kullanarak yaptığı süzülmeler "cephe süzülmeleri" olarak bilinir. Kıyı boyunca denizden esen rüzgârların oluşturduğu cepheler, ancak radarın bu cepheler içinde süzülen kılıç kırlangıcı sürülerini saptaması ile keşfedilmiştir. Kalan iki yöntem ise ısı dalgaları ile süzülme ve rüzgâr değişimleri ile süzülmedir. Isı dalgalarını kullanarak süzülme, genel olarak dünyanın ılıman kesimlerinde, özellikle kıtaların iç bölgelerinde görülür.
Toprak güneşle ısındığı zaman, hemen üzerindeki hava tabakası da ısınır ve hafifleyerek bir ısı dalgası halinde atmosferde yükselir. Bu olay, toz fırtınası ya da ısınan havanın dönerek yükseldiği hortum şeklinde gözlenebilir.
Akbabalar ve Süzülme Tekniği
Akbabalar, yeryüzünü gözlerken elverişli bir yükseklikte süzülebilmek için, ısı dalgalarına dayalı özel bir yönteme sahiptir. Akbaba bir ısı dalgasından diğerine süzülerek gün boyunca çok geniş bir alan üzerinde uçar. Sabah güneş doğarken ısı dalgaları yükselmeye başlar. Önce küçük akbabalar, daha zayıf olan ısı dalgaları ile yükselirler. Hava ısındıkça, onları daha büyük akbabalar izler. Akbabalar, ısınan havanın yarattığı yukarıya doğru çekim alanında adeta yüzerek yükselirler. En hızlı yükselen hava, ısı dalgasının merkezindeki havadır. Yer çekimi ile ısınan havanın kaldırma kuvvetini dengelemek için havada daireler çizerler. Daha yükseklere çıkmak istediklerinde ısı dalgasının merkezine yaklaşırlar ve buradaki daha hızlı yükselen havayı kullanarak yükselirler. Isı dalgaları diğer avcı kuşlar tarafından da kullanılır. Leylekler de özellikle göç sırasında ısı dalgalarını kullanırlar. Orta Avrupa'da yuva yapan beyaz leylek, kışı Afrika'da geçirmek için yaklaşık 7000 km uzağa göç eder. Eğer tüm yolu kanat çırparak geçmeye kalksa yolculuk boyunca dört yerde konaklaması gerekecektir. Ama beyaz leylek günün 6-7 saati ısı dalgaları arasında planör uçuşu yaparak yolculuğunu üç haftada, enerjisinin büyük bir kısmını tasarruf etmiş olarak tamamlar.
Su karadan daha yavaş ısındığı için, denizler üstünde ısı dalgaları oluşmaz. Bu nedenle göç eden kuşlar uzun deniz geçişlerinden kaçınırlar. Avrupa'dan Afrika'ya göç eden leylekler ve diğer yırtıcı kuşlar, ya İber Yarımadası üzerinden Cebelitarık Boğazı yoluyla ya da Balkanlar üzerinden İstanbul Boğazı yoluyla geçerler. Albatros, sümsük kuşu, martı ve öteki deniz kuşları ise, yüksek dalgaların oluşturduğu hava akımını kullanır. Dalga tepeleri üzerinde uçan bu deniz kuşları, yukarıya doğru sapan havanın kaldırma kuvvetini kazanırlar. Albatros dalgaların üstünde süzülürken sık sık rüzgâra doğru keskin bir şekilde döner ve hızla yükselir. 10-15 m yükseldikten sonra yeniden döner ve süzülmeyi sürdürür. Burada kuş rüzgâr değişiminden enerji kazanmaktadır. Deniz yüzeyine değen havanın hızı azalır. Bu yüzden, yükselen Albatros daha hızlı hava akımı ile karşılaşır. Yeterli bir hıza ulaştıktan sonra yeniden döner ve dalgalar üzerinde süzülmeye devam eder. Yelkovan kuşu gibi küçük kuşlar da dalgalar üzerinde süzülürken aynı tekniği uygulayabilir.
Tohum mucizesi
Kuru tahta parçaları görünümündeki cisimler olan tohumlar uygun şartlar sağlandığında hayret verici şekilde yeşerir ve çeşit çeşit bitkileri meydana getirirler. Peki acaba bu küçük, kuru cisimleri bir tahta parçasından ayıran nedir? Tohumları diğer cisimlerden ayıran çok önemli bir özellikleri vardır. Tohumlar içlerinde ait oldukları bitkinin her dalına, her yaprağına, bu yaprakların sayısına, şekillerinin nasıl olacağına, kabuğunun ne renkte ve kalınlıkta olacağına, besin ve su taşıyan borularının genişliğine, sayısına, bitkinin uzunluğuna, meyve verip vermeyeceğine, verecekse bu meyvelerin tatlarına, kokularına, şekillerine, renklerine dair -kısacası bir bitkiyle ilgili olabilecek- bütün bilgilerin saklı olduğu cisimlerdir. Tohumlar temel yapı olarak bir tohum kılıfı, bir besin deposu ve bilgilerin saklandığı embriyodan oluşurlar. Ancak temel yapıları aynı olmasına rağmen her tohumun besin deposunun miktarı, tohumu çevreleyen koruyucu zarın cinsi, kalınlığı, kendisini saran meyvenin şekli, meyvesinin tadı birbirinden çok farklıdır. Tohum kılıflarının şekillerinden renklerine, malzemelerindeki çeşitliliğe kadar herşey, bitkilerin yaşadığı ortama ve türüne göre değişiklik gösterir.
Bu açıdan incelendiğinde tüm tohumlar bir tasarım harikası olarak karşımıza çıkarlar. Şimdi bu tasarım farklılıklarını örnekler vererek görelim. Kayısıda tek bir çekirdek yani bir tane tohum bulunur ve bu çekirdek katı kabuğunun içinde çok iyi korunur. Etli kısım ise şekerli ve yenilmeye elverişlidir. Bu bölüm insanların yanı sıra kuşlar, kemirgenler, böcekler ve diğer hayvanlar için de iyi bir besindir. Ancak meyvenin böyle iki kısımdan oluşması, bitki için de iyi bir fırsattır. Çünkü meyve bölümünün yenilmesi ile birlikte kayısının ortasındaki sert bir çekirdek şeklindeki tohum ortaya çıkar. Ve tohum bu şekilde uygun bir yerde filizlenerek yeni bir ağaç olarak yetişme imkanı bulur. Başka bir örnek olarak kiviyi verelim. Kivi, kayısının aksine içindeki çekirdekleri (tohumları) de yenen bir meyvedir. İşte bunun için kivinin tek bir tohumu değil, çok sayıda küçük tohumu vardır. Etli bir meyve olan kivide olduğu gibi gruplaşmış halde bulunan tohumlar genellikle küçüktür ama birarada bulunmaları ve çok sayıda olmaları nedeniyle -meyvenin bir bölümü yense bile- bir bitki haline gelme ihtimalleri daha fazladır.
Tohumların genel tasarımlarındaki bu gibi farklılıkların yanı sıra, embriyoyu koruyan tohumların kılıfları da tam ihtiyaçları olacak özelliklere sahip olarak yaratılmıştır.
Tohumun içindeki bilgilerin saklandığı embriyo son derece değerlidir. Bu nedenle yeni bitki tam olarak gelişene kadar bu embriyonun özenle korunması gerekir. Bu koruma her bitki türüne göre değişiklik gösteren tohum kılıfları ile sağlanmıştır. Tohum kılıfını oluşturan maddenin dayanıklılığı oranında tohum dış ortamın olumsuz etkilerinden korunur. Bundan başka kılıfı oluşturan maddeler, tohumların su üzerinde durabilmesinde ya da rüzgarlarla uçmasında da etkendirler.
Tohumların dış kılıfları, son derece çeşitli ve dikkat çekici özelliklere sahiptir. Bazı dış zarlar düşmanları uzaklaştırabilmek için acı bir madde ile kaplıdır. Bazıları ise "tanen" denilen bir madde bakımından zengindir ki bu madde tohumlardaki çürümeyi sınırlandırır. Tohumların koruyucu dış katmanları (tohum kılıfları) genellikle çok serttir. Bu özellik tohumu karşılaşacağı dış etkenlere karşı korur. Örneğin bazı tohumların gelişimlerinin son aşamasında dış yüzeylerinde dayanıklı mumlu bir yapı birikir, bu sayede tohumlar su ve gaz tesirine karşı dirençli olurlar. Tohum kılıfları bitkinin türüne göre değişik malzemelerle kaplanabilir; fasulye tanesinde olduğu gibi ince bir zarla ya da kiraz çekirdeğinde olduğu gibi odunsu ve sert bir kabukla örtülü olabilir. Suya dayanıklı olması gereken tohumların kabukları diğerlerine göre daha sert ve kalındır.
Tohumlardaki tasarıma günlük hayatımızda sık karşılaştığımız bir bitkiden, fasulye tanesinden örnek verelim: Fasulye tanesi türüne göre bir veya iki kılıf ile çevrilmiştir. Bu kılıflar tıpkı bir palto gibi tohumu dış ortamın soğuk hava, kuraklık, mekanik etkiler gibi zorlu şartlarından korur. Burası, aynı zamanda dış ortam ile olan bütün alış verişin de yapıldığı bölgedir. Kısacası, tohumun büyümesi konusunda bu kılıf önemli bir rol oynamaktadır. Fasulye tanesinin bulunduğu yerden koparıldığı noktada oval bir iz görülür. Bu, tanenin yani tohumun anne bitkiye olan bağlantı noktasıdır. Dikkatli bir şekilde incelendiğinde burada "micropyle" denen küçük bir delik olduğu görülecektir. Bu deliği işlevleri nedeniyle bebeklerdeki göbek bağına benzetmek mümkündür.
Bu özel geçiş yerinden yumurtacığın içerisindeki dişi üreme hücresini döllemeye yarayan tüp girer. Ayrıca zamanı geldiğinde su, bu delikten içeriye girerek tohumun filizlenmesini sağlar. Tohum kabuklarının kalınlığı da -daha önce belirttiğimiz gibi- bitkinin türüne göre özel olarak ayarlanmıştır. Her bitkinin tohum kabuğu bulunduğu ortamda gelişmesine olanak verecek yeterliliktedir; ne çok kalındır ne de çok ince. Çünkü kabuğu çok kalın olan bir tohum bütün zorlu koşullarda yaşayabilir; ancak bir dezavantaj olarak aşırı kalın bir kabuk embriyonun dışarı çıkmasında bazı problemlere neden olabilir. Zayıf kabuğu olan bir tohum ise pek çok dış etken nedeniyle daha çabuk bozulabilir. İşte bu yüzden tüm tohumlar bulundukları ortama en uygun kabuk kalınlıklarına sahiplerdir. Buraya kadar anlatılanlardan da açıkça görüldüğü gibi basit bir dış görünüme sahip olan tohumların aslında detaylı bir tasarımı vardır. İçlerindeki maddelerin oranlarından içeriklerine, koruyucu üst kaplamalarına kadar tüm tohumların özellikleri bulundukları iklim koşullarına, çevre şartlarına göre değişiklik göstermektedir. Peki bu çeşitlilik ve detaylar nasıl ortaya çıkmıştır?
Bu sorunun cevabını şöyle bir örnekle verelim. Bir gün bir resim galerisine gittiğinizi ve burada bir salon dolusu tohum resmi ile karşılaştığınızı farz edelim. Her resimde farklı bir bitkinin tohumu ile ilgili detaylar çizilmiş olsun. Galerinin sahibine bu kadar çeşitli resmi kimin çizdiğini sorduğunuzu düşünelim. Eğer bu kişi size "bu resimlerin bir ressamı yoktur, bunlar tesadüflerin yardımıyla evrimsel olarak dizayn edilmiştir" dese ne düşünürsünüz? Elbette böyle bir cevabın son derece mantıksız ve akıl dışı olduğunu hemen anlar ve ressamın varlığı konusunda ısrar edersiniz.
Cansız tohum resimlerinin "evrimsel dizaynına" inanamayacağınıza göre, tamamen canlı yapılarda, içinde bir bitkiye ait tüm bilgileri bulunduran, uygun şart ve ortamlarda filizlenerek dev ağaçları, yüz binlerce çeşit meyveyi, çiçeği meydana getiren tohumları, bilinçsiz ve şuursuz tesadüflerin var ettiğine de inanamazsınız. Görüldüğü gibi burada asıl olarak bu dizaynı kimin yaptığı, nasıl yaptığı, bitkinin bu dizayna uygun bir yapıya nasıl getirildiği ve bunun nasıl yerleştirildiği gibi soruların cevabının verilmesi gerekmektedir.
Sonuç olarak, tohumların yapısında evrimcilerin tesadüf iddiaları ile asla açıklanamayacak, çok açık bir tasarım ve plan vardır. Elbette ki bu plan şuursuz tesadüflerin sonucunda ya da başka herhangi bir nedenle ortaya çıkmamıştır.
Bombardıman böceği
Bombardıman böceğini diğer böceklerden ayıran ilginç bir özelliği vardır. Bu 1.5 cm'lik hayvanın vücudunda oldukça karmaşık bir "kimyasal silah" yer alır.
Böcek kendisini yemeye hazırlanan bir düşmanı tarafından tehdit edildiğinde, vücudunun arka kısmında yer alan özel bir borudan, düşmanına doğru kaynar sıcaklıkta ve tahriş edici bir kimyasal sıvı fışkırtır. Bu sıvıyla haşlanan düşmanın tek çaresi olabildiğince hızlı kaçmaktır.
Peki bu kimyasal silah nasıl çalışır?
Hayvanın vücudunda bu silahı çalıştırmak için hazırlanmış çok parçalı bir sistem vardır. Böceğin fışkırttığı kaynar sıvı, hidrojen peroksit ve hidro-kinon adlı iki kimyasal maddenin bir karışımıdır. Böceğin karnının alt kısmında bu iki kimyasal maddeyi salgılayan farklı bezler vardır. Bu iki kimyasal madde, biriktirme odacığı denen bir bölmede birleşirler. Bu odacığın hemen yanında ise, patlama odacığı denen ayrı bir bölme vardır. Bu iki bölme, insan kalbindeki kapakçıklı kas sistemi gibi bir sistemle birbirinden ayrılır. Böcek silahını ateşlemeye karar verdiği anda, biriktirme odacığını saran kaslar kasılırlar ve oda büzüşür. Bu odayı patlama odasından ayıran kapak ise açılır. Bu sayede kimyasal karışım aniden patlama odasına dolar. Bunun hemen ardından da odanın kapağı kapanır. Bu odada ise, bu karışımı kimyasal bir reaksiyona sokacak olan özel bir enzim vardır.
Patlama odacığına biriken karışım enzimle birleşince zincirleme reaksiyon başlar. Hidrojen peroksit, su ve oksijene ayrışır. Oksijen, hidro-kinon ile tepkimeye girerek daha fazla su oluşturur ve kinon denilen tahriş edici bir kimyasal üretir. Bu reaksiyonlar sırasında oldukça fazla ısı açığa çıkar ve karışım kaynama noktasına ulaşır. Böceğin vücudundan dışarı uzanan bir kanal, kaynayan karışımın çıkabileceği tek noktadır. Kanalın etrafındaki kaslar, karışımın tam olarak düşmanı odaklamasını sağlar. Ve böylece böcek, düşmanını zehirli bir kimyasal madde olan kinon ile haşlar. Şimdi bu mükemmel sistemin nasıl işlediği üzerinde düşünelim. Dikkat edilirse, bu sistemin kusursuz bir biçimde işlemesi zorunludur. Çünkü eğer sistemde tek bir aksama olsa, ya patlama gerçekleşmeyecek ve böylece böcek düşmanı tarafından kolaylıkla öldürülecektir, ya da patlama böceğin kendi vücudunu havaya uçuracaktır. Eğer tek bir detay bile eksik olsa ya da vaktinde çalışmasa, sonuç böcek için ölümdür. Örneğin biriktirme odacığını patlama odacığından ayıran kas, tam vaktinde açılıp kapanmasa, ya sistem çalışmaz ya da böcek kendini haşlar.
Kısacası sistemin işlemesi için bütün parçalarının bir anda ve eksiksiz bir biçimde var olması gerekir. Bu ise, evrim teorisinin iddia ettiği "kademeli evrim" mantığını kesin bir biçimde çökertir. Açıktır ki böcekteki bu sistem, herhangi bir rastlantılar zinciriyle ortaya çıkmış olamaz.
Robot karınca teknolojisi
Mini Teknolojide Son Gelişme: Robot Karınca Ordusu
"Grup şeklinde hareket etmeleri, koordinasyon içinde, bir takım gibi fiziksel işleri yerine getirmeleri ve ortaklaşa karar almaları".
Bu robot ordularının tüm mekanik ve elektrik tasarımları bir karınca topluluğunun davranışları göz önüne alınarak tasarlanmış ve kendilerine "karınca ordusu" robotları denmiştir.
"Karınca Ordusu" robot sistemi, ilk başlangıçta bir "materyal taşıma sistemi" olarak tasarlanmıştır. Bu senaryoya göre birçok küçük robot ortaklaşa cisimleri kaldırıp nakletmek için görevlendirilecekti. Daha sonra farklı görevlerde de kullanılmalarına karar verildi.
Konuyla ilgili bir yayında, bu robotların ne amaçla kullanılacağı şu şekilde tarif edilmektedir:
"Nükleer ve tehlikeli madde temizliği, madencilik, mayın temizleme, istihbarat ve nöbet, gezegen yüzeylerinin araştırılması ve kazı."
"Karınca-robotlar ortak bir hedefi gerçekleştirmek için tasarlanmış fiziksel varlıklardır. Bunların çok sınırlı enerji kaynağı kullandıkları ve çalışma alanlarında birçok izler bırakarak iletişim kurdukları görülüyor. İşlerin bu robotlar arasındaki dağılımı, ya merkezi kontrol sağlayan ve diğer ajanlara talimat gönderen bir birey tarafından gerçekleştirilebilir ya da bireylerin önceden itaat etmeleri koşuluyla verilen bir görevin tamamlanması da sağlanabilir.
Üçüncü bir yol ise, iş sırasında bu iş birliğinin doğal olarak önceden karar vermeksizin ortaya çıkması. Bunların kullanım amacı araştırma, harita çıkartma, bir evin zeminini temizleme, bilinmeyen bir gezegeni keşfetme ya da bir mayın alanını temizleme olabilir."
Alarm sinyali veren bitkiler
Herkes bitkilerin tehlikeden kaçamadıklarını, dolayısıyla düşmanlarına hemen teslim olduklarını zanneder. Ancak yapılan araştırmalar durumun hiç de zannedildiği gibi olmadığını ortaya çıkarmıştır. Tam tersine bitkiler de akılcı taktiklerle düşmanlarının üstesinden gelmektedirler.
Örneğin bitkiler, yapraklarını kemiren böcekleri uzaklaştırmak için zararlı kimyasallar salarlar ya da bu böceklerle beslenen avcı böcekleri çeken kimyasal kokular yayarlar. Kuşkusuz bu taktik, son derece akılcıdır. Nitekim tarımsal alanda yapılan faaliyetlerde de bu savunma stratejisi, çok etkili bir yöntem olarak taklit edilmeye çalışılmaktadır. Almanya'daki Max Planck Kimyasal Ekoloji Enstitüsü'nde bitki savunması genetiği alanında çalışmalar yapan Jonathan Gershenzon, bu akılcı stratejiyi gereği gibi taklit edebilirlerse, gelecekte tarımsal ilaçlamaların zehirsiz yapılabileceğini düşünmektedirler.
Örneğin bir bitki böcekler tarafından saldırıya uğradığında, bu böceklerle beslenen avcı böcekleri kendilerine çeken, uçucu bir organik kimyasal salgılar. Yardıma çağrılan böceklerin özelliği ise yumurtalarını bu tırtılların içine bırakmaları. Yumurtadan çıkan yeni larvalar ise, bu tırtıllarla beslenerek büyüme imkanı bulurlar. Böylece ekine zarar veren tırtıllar dolaylı bir strateji sayesinde imha edilmiş olurlar. Bitkinin yapraklarının bir tırtıl tarafından yendiğini anlaması ise yine kimyasal yöntemlerle gerçekleşir. Bitki yapraklarını kaybettiği için değil, tırtılın salyasındaki kimyasallara tepki olarak böyle bir alarm sinyali verir. Peki ama bilinç ve akıldan yoksun bir bitki zarar gördüğünü nasıl anlamaktadır? Kendisini korumak için hangi tırtılın düşmanı böceklere ihtiyacı olduğunu nereden bilmektedir? Ayrıca bitki kendisine yardım edecek olan böceğinin ilgisini çekmek için uçucu özellikte kimyasal maddeyi nasıl üretebilmektedir? Daha sorulabilecek pek çok soru, bitkinin kendisinin böyle bir akla, bilgiye ve bilince sahip olamayacağı cevabını vermektedir.
Şüphesiz organik bir beyni bile olmayan bir bitkinin tehlikeler karşısında çözüm üretmesi, bir kimyager gibi kimyasal maddeleri tahlil etmesi, hatta üretmesi, planlı bir strateji yürütmesi mümkün değildir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)